15 Şubat 2011 Salı

Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş


Prinkipo. Büyük Ada’nın en ücra köşesinde bir Rum meyhanesi.  Meyhanenin sahibi Fıstık Ahmet. Has adalı. Fıstık lakabını  ilkokulda arkadaşları takmış O’na. Fıstık Ahmet’in gerçekten de fıstık yeşili gözleri vardı. Akşamcılıktan kızarmış göz akının içinde ışıl ışıl yanan fıstık yeşili bir çift göz.
Her akşam  aynı insanlar teşrif ederdi Fıstık Ahmet’e. Turistlerden kaçan ve çoğunlukla yalnız demlenen Ada’lılar. Kimse kimseyi rahatsız etmez herkes usul usul içerdi. Her akşam artık mutfakta ne varsa sofralara konan mezeler, balıklar, rakı ve Türk sanat müziği.


Adamla kadının konuşacakları vardı. Ya da susacakları. Konuşmaktan ziyade susmaya ihtiyaçları vardı aslında.  Vapura bindiler ve kendilerini Prinkipo’da buldular. İyot kokusu, anason ve martı sesleri. Keyifleri yerine geldi. İçtikçe kokuları, şarkıları, martıları ve herşeyi kaplayan mutlak sessizliği içlerine aldılar.  Unuttukları ama aslında hayatlarını yönlendiren duygulara yakınlaştılar, sokuldular.
Sessizce oturmuş, kadehlerini boşaltırken musikiyi dinliyor, hem beraber, hem yalnız olmanın tadını çıkarıyorlardı.

Birdenbire kadının gözlerinden yaşlar akmaya başladı. ‘Biliyor musun?’ dedi, ‘bu babamın en sevdiği şarkıydı’. Neden saçların beyazlamış arkadaş, sana da benim gibi çektiren mi var? Babasını anlatmaya başladı ve anlatırken anladı ki burası babası hayatta olsa en seveceği yer olurdu. O babasının küçük kızıydı. Bir tanesiydi. Babasıyla meyhaneye gidip bira içendi, dertleşendi. Onun en yakın arkadaşıydı. O babasına çok aşıktı. O an çocukluğunun bütün içki masalarını hatırladı. Evde yapılan toplantıları. Salondaki yemek masasında misafirleriyle oturmuş annesini babasını. Uykuya dalarken gelen kahkahaları ve sigara dumanını. Gazinoları. Kardeşi hep uyurdu. Kardeşi gazinoda uyuduğunda  iki sandalyeyi birleştirir  yatırırdı annesi. Ama o uyumazdı. Hep babasının kucağında, hep muhabbette...Büyükler hep beraber bir masanın başında gecenin en içine sürüklenirlerdi, musikiyle ve elbette içkiyle.

Uykusu geldiğinde bile babasının kucağında yarı baygın, kafasını onun boynuna gömerdi. Babanın yanık teninden içine çektiği kokusu, sesi boğuk boğuk gelirdi ordan. Ne konuştuklarını anlamazdı. Dinlemezdi de. Büyüklerin eğlencesini de anlayamazdı zaten. Saatlerce o rahatsız sandalyede oturup o dumanı solurlardı. Neye bu kadar gülerlerdi sahi?  Tabaklarda kalan mezeler. Annesinin meşhur patlıcan ezmesi. ‘hadi kızım git yatağına’ ‘Sen götür’ Çocukken en sevdiği şey annesi ya da babası tarafından kucaklanarak yatağa götürülmekti.Ve sabah uyandığında kendini pijamalarla mis gibi yatağında bulmak. Ne ara taşıdılar, ne ara giydirdiler?

Misafirliğe gidince geç vakte kadar kalınmışsa orda uykuya dalardı, babası yine kucaklardı onu. Aslında yolda uyanır ama uyur gibi yapardı. Onu yatağına, soğuk çarşaflarına götürsünler, hiç uyandırmadan pijamalarını giydirsinler ve uykunun yumaşak ellerine teslim etsinler. Şimdi böyle bir şey mümkün olabilir mi? Çocukluğun geri getirilemez imkanları ya da imkansızlıkları. Herkes yatınca ev sessizliğe gömülür, salondaki, saat kaçsa o sayıda vuran din donglu duvar saatinin tik takları çıkardı sahneye. Hep şaşırırdı, bu saatten bu kadar ses çıkıyor mu? Her seferinde gündüz buna dikkat edeceğim derdi ama gündüz olunca ev bambaşka olurdu, zaman başka akardı ve saatin tik takları yine gizlenirdi ondan.



Hiç yorum yok: