Prinkipo. Büyük Ada’nın en ücra köşesinde bir
Rum meyhanesi. Meyhanenin sahibi
Fıstık Ahmet. Has adalı. Fıstık lakabını ilkokulda arkadaşları takmış O’na. Fıstık Ahmet’in gerçekten
de fıstık yeşili gözleri vardı. Akşamcılıktan kızarmış göz akının içinde ışıl
ışıl yanan fıstık yeşili bir çift göz.
Her akşam aynı insanlar teşrif ederdi Fıstık Ahmet’e. Turistlerden
kaçan ve çoğunlukla yalnız demlenen Ada’lılar. Kimse kimseyi rahatsız etmez
herkes usul usul içerdi. Her akşam artık mutfakta ne varsa sofralara konan
mezeler, balıklar, rakı ve Türk sanat müziği.
Adamla kadının konuşacakları vardı. Ya da
susacakları. Konuşmaktan ziyade susmaya ihtiyaçları vardı aslında. Vapura bindiler ve kendilerini
Prinkipo’da buldular. İyot kokusu, anason ve martı sesleri. Keyifleri yerine
geldi. İçtikçe kokuları, şarkıları, martıları ve herşeyi kaplayan mutlak
sessizliği içlerine aldılar. Unuttukları ama aslında hayatlarını yönlendiren duygulara
yakınlaştılar, sokuldular.
Sessizce oturmuş, kadehlerini boşaltırken
musikiyi dinliyor, hem beraber, hem yalnız olmanın tadını çıkarıyorlardı.
Birdenbire kadının gözlerinden yaşlar akmaya
başladı. ‘Biliyor musun?’ dedi, ‘bu babamın en sevdiği şarkıydı’. Neden
saçların beyazlamış arkadaş, sana da benim gibi çektiren mi var? Babasını
anlatmaya başladı ve anlatırken anladı ki burası babası hayatta olsa en
seveceği yer olurdu. O babasının küçük kızıydı. Bir tanesiydi. Babasıyla meyhaneye
gidip bira içendi, dertleşendi. Onun en yakın arkadaşıydı. O babasına çok
aşıktı. O an çocukluğunun bütün içki masalarını hatırladı. Evde yapılan
toplantıları. Salondaki yemek masasında misafirleriyle oturmuş annesini
babasını. Uykuya dalarken gelen kahkahaları ve sigara dumanını. Gazinoları.
Kardeşi hep uyurdu. Kardeşi gazinoda uyuduğunda iki sandalyeyi birleştirir yatırırdı annesi. Ama o uyumazdı. Hep babasının kucağında,
hep muhabbette...Büyükler hep beraber bir masanın başında gecenin en içine
sürüklenirlerdi, musikiyle ve elbette içkiyle.
Uykusu geldiğinde bile babasının kucağında
yarı baygın, kafasını onun boynuna gömerdi. Babanın yanık teninden içine
çektiği kokusu, sesi boğuk boğuk gelirdi ordan. Ne konuştuklarını anlamazdı.
Dinlemezdi de. Büyüklerin eğlencesini de anlayamazdı zaten. Saatlerce o
rahatsız sandalyede oturup o dumanı solurlardı. Neye bu kadar gülerlerdi
sahi? Tabaklarda kalan mezeler.
Annesinin meşhur patlıcan ezmesi. ‘hadi kızım git yatağına’ ‘Sen götür’
Çocukken en sevdiği şey annesi ya da babası tarafından kucaklanarak yatağa
götürülmekti.Ve sabah uyandığında kendini pijamalarla mis gibi yatağında
bulmak. Ne ara taşıdılar, ne ara giydirdiler?
Misafirliğe gidince geç vakte kadar kalınmışsa
orda uykuya dalardı, babası yine kucaklardı onu. Aslında yolda uyanır ama uyur
gibi yapardı. Onu yatağına, soğuk çarşaflarına götürsünler, hiç uyandırmadan
pijamalarını giydirsinler ve uykunun yumaşak ellerine teslim etsinler. Şimdi
böyle bir şey mümkün olabilir mi? Çocukluğun geri getirilemez imkanları ya da
imkansızlıkları. Herkes yatınca ev sessizliğe gömülür, salondaki, saat kaçsa o
sayıda vuran din donglu duvar saatinin tik takları çıkardı sahneye. Hep
şaşırırdı, bu saatten bu kadar ses çıkıyor mu? Her seferinde gündüz buna dikkat
edeceğim derdi ama gündüz olunca ev bambaşka olurdu, zaman başka akardı ve
saatin tik takları yine gizlenirdi ondan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder